Bazen haber bültenleri peş peşe akan görüntülerden ibaret sanılır. Ama ardı ardına gelen o kısa cümleler, bir ülkenin ruh hâlini ele verir. Son günlerde iki haber düştü önümüze: Ahmet Minguzzi… Daha 15’inde, yaşama dair hayalleri olan bir genç. Hayatı, Berkay Budak’ın bıçak darbeleriyle son buldu. Sebep mi? Aslında her seferinde “küçük” diye geçiştirdiğimiz, ama her defasında daha da büyüyen öfke, şiddet ve hoyratlık.
Ve Hakan Çakır… Ankara’da kız kardeşi ve annesine laf atan bir grubun üzerine gitti. Kim olsa giderdi. Onurunu, ailesini korumak istedi. Ama karşısında kavga değil, ölüm vardı. Bıçak darbeleriyle hayattan koparıldı.
İki olay, iki şehir, iki farklı hikâye… Ama tek bir ortak nokta: Hayatın değersizleşmesi. Artık sokakta birine ters baktınız mı, arabada selektör mü yaptınız, kaldırımda birinin “haddini” mi aştınız… Sonu mahkeme salonları ya da mezar taşları. Bu kadar kolay, bu kadar sıradan.
Soruyorum: Biz ne zaman bu kadar öfkeye teslim olduk? Ne zaman “konuşarak çözme” refleksimizi kaybettik? Bugün “ama o da şöyle yapmasaydı” diyenler, yarın aynı bahanenin kendi sevdikleri için kullanıldığını görecek. Çünkü mesele tek tek insanlar değil, bütün bir toplumun sinir uçlarının açıkta olması.
Ahmet’in de, Hakan’ın da geriye kalan yakınlarının gözlerinden, aynı acı bakıyor:“Keşke”. Keşke o silah çekilmeseydi… Keşke o bıçak sallanmasaydı… Keşke birimiz dur deseydik… Adalet elbette yerini bulmalı, ama adaletin geldiği gün, giden geri gelmiyor.
Bu yüzden mesele, sadece ceza kanunlarıyla çözülecek bir mesele değil. Sokakta, okulda, evde; öfkeyle değil, sağduyuyla büyüyen bir kuşağa ihtiyacımız var. Ahmet ve Hakan… İki isim, iki mezar taşı. Ve biz, eğer hâlâ susarsak, yarın bu listeye yeni isimler eklenmeye devam edecek